logo

trugen jacn
12 Temmuz 2014

ÇİN’İN YUMUŞAK KARNI : DOĞU TÜRKİSTAN SORUNU

M.Turgut DEMİRTEPE

5 Temmuz 2009 tarihinde, Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nin başkenti Urumçi’de patlak veren ayaklanma, Doğu Türkistan sorununu olanca çıplaklığıyla dünya gündemine getirdi. İki Uygur’un Han Çinlileri tarafından öldürülmesinin protesto edilmesi üzerine başlayan gösteriler, iki etnik grup arasında çatışmaya dönüşmüş ve olaylarda resmi rakamlara göre 197 kişi ölürken 1.721 kişi de yaralanmıştı. Çinli yetkililer olayların Dünya Uygur Kongresi aracılığıyla – üstü kapalı olarak da – ABD tarafından yönlendirildiği iddiasını dile getirirken, bölgede yaşayan Uygurlar ise olayların nedeni olarak Han Çinlilerinin provokatif saldırıları ve güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanımını göstermişti.

Olayın ortaya çıkış nedeni hakkındaki spekülasyonlar bir yana bırakılırsa, bölge hakkında çalışan uzmanlar açısından hiç de sürpriz olmayan bu gelişme uzun süredir devam edegelen etnik gerilimin kaçınılmaz sonucu olarak değerlendirildi. Doğu Türkistan sorunu, tıpkı Tibet ve İç Moğolistan sorunu gibi Çin’in yayılmacı politikalarının türevi olarak ortaya çıkmış ve Uygur Türklerinin kanayan yarası haline dönüşen etnik bir sorun. Meselenin kökleri Çin’in bölgeyi işgaline kadar gitmekle birlikte tarihsel süreçte yaşanan bir dizi faktör sorunu daha da çetrefilleştirmiş durumda.

Uygurların kadim toprakları Doğu Türkistan, 1759’da Çin Mançu İmparatorluğu tarafından işgal edildi; o tarihten bu güne kadar da bu işgali kırabilmek için yüzlerce direniş örneği gösterildi. Bu direnişler sonucu 1863-1876 yılları arasında Yakup Han liderliğinde “Doğu Türkistan İslam Devleti”, 1933-1937 arası “Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti” ve son olarak da 1944-1949 yılları arasında Ali Han Töre önderliğinde “Doğu Türkistan Cumhuriyeti” kuruldu; ancak bu devletler Çin karşısında uzun süre ayakta kalamadı.

Çin’in Sistematik Asimilasyon Politikaları

Çin, Doğu Türkistan’ı egemenliği altında tutmak amacıyla işgal dönemlerinden itibaren Uygurlara yönelik sistemli şiddet politikaları uyguladı. Ancak,1949 sonrası süreç, çok çeşitli enstrümanların kullanıldığı asimilasyon politikaları ile daha sofistike bir boyut kazandı. Bu dönemde Çin Halk Cumhuriyeti, sosyalist ideoloji ve yurtseverlik duyguları temelinde sisteme bağlılık duygularını geliştirmek ideali nedeniyle azınlık kültürlerini kendi varlığına bir tehdit olarak algıladı. Bu bağlamda geliştirmeye çalıştığı teritoryal temeldeki yapay ulus anlayışına, ulusüstü kimlik olarak İslam ve ulusaltı kimlik olarak da Uygur etnik kimliği bir tehdit teşkil ediyordu. Bu nedenle Çin, özellikle merkezi kontrolü arttırdığı dönemlerde, Marksist-Leninist idealler çerçevesinde İslamı ve Uygur etnik kimliğini şiddetle bastırma yoluna gitti. Bilhassa Büyük İleri Atılım (1958-1962) ve Kültür Devrimi (1966-1976) dönemleri, baskı politikalarının zirveye çıktığı dönemler oldu. Bu dönemlerde Çin kültürü ülkedeki tüm kültürlerin en gelişmişi ilan edildi.

Mao’nun ölümü sonrası (1976) başlayan ve 1980’li yıllar boyunca devam eden reform döneminde (gaige kaifang) ise azınlık dillerinin kullanımı ve dini özgürlükler açısından resmi düzeyde bir yumuşamaya gidilse de bu olumlu trend 1989 Tiananmen olayları ertesinde tekrar tersine döndü. 1990’lar boyunca dini faaliyetler sınırlandırıldı, camiler kapatıldı, namaz ve oruç gibi dini ritüellerin yerine getirilmesi -özellikle öğrenciler ve kamu çalışanlarının- engellendi, 18 yaşının altındakilere din eğitimi yasaklandı ve eğitimde ateist politikalara geri dönüldü. Eğitim politikaları Çinlileştirme çabalarında başat rol oynadı. “Entegrasyonu” hızlandırma adına başlatılan iki dilli eğitim zamanla yerini zorunlu Çince eğitime bıraktı. Uygur kültürel değerlerini zayıflatmayı amaçlayan sistematik politika, anaokulundan üniversiteye kadar eğitim dilinin Çince oluşunun yanı sıra Uygur dili ve kültürünü yansıtan yayınlara yönelik baskılarla daha da pekişti.

Bölgenin Çinlileştirilmesi çabalarının bir ayağı da kolonizasyon politikasıydı. Çin’in iç bölgelerinden Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ne getirilen Han Çinlileri bölgenin etnik kompozisyonunu zamanla büyük ölçüde değiştirdi. 1950’lerin başında Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki Uygurların oranı % 75’ler düzeyindeyken günümüzde % 45’lere kadar düştü. Aynı dönemde Han Çinlilerinin oranı ise % 6’dan % 40’a yükseldi. Bu çarpıcı demografik değişim, yurtları üzerinde hâkimiyeti kaybettiklerini düşünen Uygur Türklerinin bölgedeki Han nüfusuna yönelik rahatsızlığının en önemli nedenlerinden birini teşkil ediyor.

Uygur Türkleri demografik üstünlüklerini kaybetmelerinin yanı sıra, Çin’in bölgeye yönelik ekonomik politikaları -bilinçli olarak ya da değil- Uygur Türklerinin marjinalizasyonunu daha da derinleştirdi.

Yabancılaşmayı Arttıran Kalkınma Stratejisi

Çin, yakın dönemlerde Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ni kalkınmada öncelikli yörelerin arasında ilan ederek bölgede büyük çaplı yatırımlara girişti. Kalkınmışlık bakımından Çin’in diğer bölgeleriyle ciddi farklar bulunan Sincan, zaman içinde hızla ilerleyerek 2008 yılında kişi başına düşen milli gelir hesabında (5385 dolar) Çin’deki 31 bölge arasında 15. sıraya yükseldi. Daha önemlisi bu yükseliş Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ni, sahil kıyıları dışındaki bölgeler göz önüne alındığında, en kalkınmış bölgeler arasına soktu. Ancak bu gelişimin Uygur Türkleri ile Han Çinlileri arasında eşitsiz dağılımı iki etnik grup arasındaki gerilimi daha da arttırmaktadır. Uygurların yoğun olarak yaşadığı Hotan (% 96) ve Kaşgar (% 90) gibi kentler, bölgedeki zenginlikten en az yararlanan yerleşim merkezleri iken Han Çinlilerinin büyük çoğunluğu oluşturduğu Urumçi (% 75) ve Karamay (% 75) gibi kentler ise pastadan büyük payı kapan bölgelerdir. Bu sosyo-ekonomik gerçekliği teyit edecek şekilde, kentleşme, sanayileşme ve teknolojik gelişim düzeyleri Han Çinlilerinin oturduğu bölgelerde çok daha yüksektir. Eşitsizliği olanca çıplaklığı ile ortaya koyan bu sosyo-ekonomik olgu Uygurları sisteme daha da yabancılaştırmakta ve dışlanmışlık duygusunu artırmaktadır.

Ayrıca, Çinli yetkililerin “entegrasyon” hedefi doğrultusunda 2002’den bu yana uyguladıkları işçi göçü politikası çerçevesinde kırsal kesimlerdeki Uygurların – özellikle de genç kızların– Çin’in iç bölgelerine gönderilmesi, geleneksel değerlere sahip Uygur toplumunu son derece rahatsız ediyor. Yalnızca 2009 yılında işçi göçü planı çerçevesinde çoğunluğu kadın olmak üzere 96.000 Uygur göçe zorlandı. İşçi göçü programı, Uygur Türkleri tarafından ulusal kimlik duygusunu ve dini değerleri zayıflatarak Uygurları asimile etme stratejisinin bir parçası olarak değerlendiriliyor.

Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ne yönelik uyguladığı kalkınma politikalarının bir diğer ayağı da kentlerin modernleştirilmesi projesi. Proje kapsamında yürütülen çalışmalarla bölgenin tarihi Türk-İslam dokusu aşındırılarak, kentler Çin üslubunun damgasını vurduğu modern mimariye göre yeniden şekillendiriliyor.

Öte yandan, devletin eğitim, kültür, nüfus ve ekonomi politikaları aracılığıyla asimilasyon gerçekleştirme çabaları Uygur toplumunun her düzeyinde direniş ile karşılaştı. Günümüzde Uygurların çoğu, – özellikle de Doğu Türkistan’da yaşayanlar- gerçekleşmesi neredeyse imkânsız görüldüğü için bağımsız bir Uygur devletini hedeflemekten ziyade kültürel otonomi talebini seslendiriyorlar. Han Çinlilerinin bölgeye yerleştirilmesine yönelik tepkiler, ana dilde eğitim ve dini özgürlük talebi, Uygur gençlerinin Çin’in doğu bölgelerine iş bahanesiyle zorla göç ettirilmesi, Turfan ve Kaşgar gibi tarihi öneme haiz şehirlerdeki yıkım gibi konuların hepsi aslında Han Çinlilerinden oluşan büyük bir okyanusta Uygur kültürel değerlerinin yaşatılabilmesi konusundaki endişeler ile ilgili.

11 Eylül Sonrası Baskı Politikalarına Meşruiyet Arayışı

Çin yönetiminin özellikle son yıllarda baskı ve asimilasyon politikalarına hız kazandırması gerek yerel halk gerekse diaspora Uygurları arasında tepkileri arttırarak sorunun uluslararasılaşmasına yol açtı. Ancak 11 Eylül olayları sonrası oluşan uluslararası atmosfer, Çin’in bir Müslüman toplum olarak Uygur Türklerine yönelik politikalarına karşı giderek artan eleştirilerin üzerine şal örtülmesini kolaylaştırdı. Çin yönetimi, Doğu Türkistan İslami Hareketi gibi son derece marjinal bir iki grubun eylemlerini bahane ederek Uygur Türklerinin kültürel otonomi talebini “terörizm” ile özdeşleştirerek, ABD’nin “terörle küresel savaş” konseptiyle uyumlu olacak şekilde bölgeyi neredeyse yeni bir Afganistan ya da Çeçenistan olarak resmetmeye başladı.

Çin, ayrıca, bölgeye yönelik politikalarına destek sağlamak ve Uygurlara yönelik olası desteğin önünü kesmek için bölgesel bir güvenlik örgütü olan Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)’nü bir enstrüman olarak kullanıyor. Çin, Doğu Türkistan sorununu “üç şeytani güç” olarak tanımladığı “ayrılıkçılık, terör ve radikalizm” ile özdeşleştirerek, konuyu Örgüt bünyesinde de gündeme getiriyor. ŞİÖ aracılığıyla Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan gibi ülkelerdeki Uygur diasporasının Doğu Türkistan konusundaki faaliyetlerini kuşatma altına alıyor. Nitekim 5 Temmuz 2009 olayları sonrası ŞİÖ, yapılan ortak açıklamayla yaşananları “Çin’in içişleri” olarak gördüğünü ve hükümetin yaklaşımını onayladığını deklare etmişti.

Bütün bunların yanında Çin, 5 Temmuz olayları karşısında dünya kamuoyunda oluşan tepkiyi giderebilmek amacıyla ayaklanmanın Dünya Uygur Kongresi (DUK) ve onun başkanı Rabiya Kadir tarafından planlandığını ileri sürmüş, iddialarını El-Kaide ve Doğu Türkistan İslami Hareketi’nin de olaylarda yer aldığını iddia edecek kadar ileri götürmüştü. Ancak Uygurların kültürel otonomi talebini dillendiren ve barışçıl bir strateji izleyen Washington merkezli ve Batı başkentlerinde örgütlü DUK’u şiddetle özdeşleştirme çabası inandırıcı olmaktan uzak kaldı. İronik olarak, Çin yönetiminin Rabiya Kadir ve DUK’u bu denli öne çıkaran söylemi, Rabiya Kadir ve DUK’un uluslararası profilini yükseltti. Bu durum, mesajlarına o güne kadar çok az ilgi göstermiş uluslararası medyada aktarabilmesi açısından, Kadir’e eşsiz bir imkân sağladı.

Sonuç olarak, Çin’in Doğu Türkistan meselesini bir güvenlik sorunu olarak kodlaması nedeniyle, yakın dönemde Uygur Türklerine yönelik politikalarının değişebilmesi pek olası görünmüyor. Gelinen noktada bir açmazla karşı karşıya bulunuyoruz: 1,4 milyar nüfusa sahip bir ülkede 9 milyon Uygur’un bağımsızlık elde edebileceği korkusu son derece anlamsız. Diğer yandan, Uygur Türklerinin uygulanan baskı ve asimilasyon politikalarını “gönüllü” olarak benimseyebileceklerini düşünebilmek de bir o kadar hayalcilik olur. Bu nedenle, sorunun çözümü asimilasyon politikalarında değil, Uygur Türklerinin taleplerinin karşılandığı entegrasyon politikalarında yatıyor.

*Bu yazı ilk olarak ANALİST dergisi Temmuz 2011 sayısında yayınlanmıştır. Dergiye www.usakanalist.com adresinden ulaşmak mümkündür.
Kayanak : http://www.usak.org.tr/analiz_det.php?id=16&cat=100#.U8ErY5R_uSo

Etiketler: » » »
Share
942 Kez Görüntülendi.