logo

trugen jacn

ÇİN’İN NAZİ TOPLAMA KAMPINDA İŞKENCE İLE ŞEHİT ETTİĞİ 30 YAŞINDAKİ MİHRAY ERKİN

Doğu Türkistanlı  Uygur Türkü Eğitimci ve İnsan Hakları Aktivisti Abdulveli Eyup’in   Çin’in  Nazi/Toplama Kamplarında şehit ettiği   30 yaşındaki Yeğeni Mihray Erkin ile ilgili Türk Solu   dergisi tarafından yapılan raportajini aşağıda bilgilerinize sunuyoruz. Merhume Mihray Erkin’e Allah’tan rahmet ve mağfiret   niyaz ediyoruz.(UYHAM)

 

   ” EĞER ÖLDÜĞÜMDE  ŞAYET  KABRİM OLURSA  DUA VE ŞAKAYIKLARLA ANIN BENİ”
                                                                                                                       Şehide Mihray ERKİN
MİHRİAY  ERKİN  TOPLAMA KAMPINDA  AÇLIKLA MÜCADELE EDİYORDU 
TÜRK SOLU: Şehidimiz Mihriay Erkin kimdi?
ABDÜLVELİ AYUP: Mihriay Erkin 23 Şubat 1990’da, Kaşgar’da doğdu. Öldürüldüğünde 30 yaşındaydı. Aydın bir ailenin çocuğuydu. Babası memurdu, annesi doktordu. İkisi de üniversite mezunuydu. Babası aynı zamanda benim öz ağabeyimdir. Mihriay, Çin’in üniversite sınavında Kaşgar’da birinci olmuştu. Bu yüzden Çin’in en prestijli üniversitesini kazandı. Bu üniversite 100 yıl önce Batılı misyonerler tarafından kurulmuş Şangay’daki Jiaotong Üniversitesi’ydi.
Bu üniversitede biyoteknoloji bölümünde 4 yıl okudu. Çin’in en prestijli ödülünü kazanarak üstün başarıyla mezun oldu 2013’te. Bu başarısı üzerine Teksas Üniversitesi ve Tokyo Üniversitesi’nin mastır programlarını kazandı. Tam burs verdikleri için Tokyo Üniversitesi’ni tercih etti. İki üniversite dünyanın en iyi üniversiteleri arasındadır.
Tokyo’da 2014 ile 2017 arasında biyoteknoloji mastırına devam etti. Çalıştığı program Afrika için özel pirinç geliştiren bir genetik çalışmasıydı. Ben sorduğumda çok heyecanlı anlatırdı. Afrika’da toprak yeteri kadar karbon içermediği için pirinç yetişmiyor. Afrika’daki açlığın en önemli nedenlerinden biri de bu. Eğer Afrika’da pirinç yetiştirilebilirse milyonlarca insan açlıktan ölmekten kurutulacak. Çok önemli bir projeydi bu. Çok heyecanlı ve başarılıydı.
Ancak sadece bu program değil ek bir program da yürütüyordu. Kendisi haşarat biliminde uzmanlaştı. Bana bunun nedenini şöyle anlatıyordu: “Doğu Türkistan’da Çinliler gelince önce kedileri ve köpekleri yediler. Kedi ve köpek sayısı çok düşünce haşarat miktarı çok arttı. Ve bu yüzden bizim tarımımız çok darbe aldı. Ben bu haşarat sorununu çözmek istiyorum.”
Sırf bu yüzden bu alanda da çalıştı. Sadece akademik çalışmalara odaklanmadı. Halkı ve çocuklar için de çalışmayı çok severdi. Japonya’da Uygur çocukları için bir Anadil Eğitim Okulu açtı ve iki sene orada çalıştı. Mihriay çok fedakârdı. Uygur çocukların yoğun olarak yaşadığı şehirde kurmuştu bu okulu ve kendi bulunduğu şehir bu okula trenle iki saat uzaklıktaydı. Bu okula gidip, toplam dört saatlik yolculuğu göze alıp, ne yapıp edip çocuklara ders veriyordu. Çocuklara Uygur Türkçesi dersi verirdi. Çok önemliydi bu dersler o çocuklar için.
                                 
MİHRAY ÇOCUKLARI VE ÖĞRETMENLİĞİ ÇOK SEVERDİ
TÜRK SOLU: Çocukları çok sever miydi?
ABDÜLVELİ AYUP: Çocukları çok severdi. Çocuklar da onu çok severdi. Mihriay, Türkiye’ye geldiğinde kendisi için hiçbir şey almamıştı. Sadece çocukları için hediyeler almıştı. Oysa kadınlar için de Türkiye’de çok güzel elbiseler, eşyalar var. Ama Mihiray kendisi için hiçbir şey almamış sadece çocuklar için hediyeler almıştı. Tatlılar aldı, çikolatalar aldı.
Mevlânâ’yı çok severdi. Mevlevi heykelcikleri almıştı çocuklara. “Çocuklara anlatacağım Mevlânâ’yı” diyordu. Ben de çok severim Mevlânâ’yı. Onun için o mutlu olsu diye Konya’ya götürmüştüm ben onu. Mihriay, Mevlânâ’dan dizeler okurdu bana. Kendisi de bazen Mevlânâ gibi insanın aklına gelmeyecek cümleler kurardı. Öyle şeyler söylerdi ki ben şaşırırdım; “Kız nasıl bunları aklına getirip, söylüyorsun?” derdim. Filozof gibiydi kendisi de.
Mihriay öğretmeyi çok severdi. Siz ona bir soru verdiğinizde o her yönüyle anlatırdı. Hiç susmazdı ama çok iyi dinletirdi kendini. Sonunda Japonya’da fen öğretmeni oldu. Uluslararası öğrenciler için kurulmuş bir lisede öğretmenliğe başladı. Aslında akademisyen olabilirdi ama o hemen öğretmen olmak istedi. Ancak lisenin eksikleri vardı ve öğrenciler geride kalıyordu. Bu yüzden kendi kendine azıcık maaşıyla fen laboratuarı kurmaya çalıştı. Ben itiraz etmiştim. “Bunu yapma kızım. Olanaklar ne kadarsa o kadar. Senin azıcık paran yetmez. Şartlar yetersizse senin suçun değil” diye. O ise benim dinlememişti. “Abi sen fen öğretmeni değilsin anlamıyorsun. Laboratuar olmazsa çocuklar fiziği, kimyayı öğrenemez.”
Çok birikimliydi, yetişmiş bir aydındı. Çince, İngilizce ve Japoncası kusursuzdu. Tokyo Üniversitesi’ndeki o bölümde Mihriay, Çin’den burs kazanabilmiş tek öğrenciydi. Amerikalılar, Fransızlar vardı ama Çin’den gelen bir tek Mihriay’dı. Yani Mihriay sadece Doğu Türkistan değil; bütün Çin çapında çok ileri düzeyde başarılı bir öğrenciydi.
2017 Haziran’da Tokyo’da mastır programını başarıyla tamamladı. Hemen ardından yine Japonya’da Nara Teknoloji ve Fen Enstitüsü’nde çalışmaya başladı. Orası Japonya’nın en prestijli bilim kurumlarından biriydi. Orada bir sene çalıştı. Sonra Çin’den Doğu Türkistan’a geri dönmesi için baskılar gelmeye başladı.
 ÇİN,BENİ CEZALANDIRMAK İÇİN MİHRİAY’I TEHDİT ETMEYE BAŞLADI
TÜRK SOLU: Çin neden baskılara başladı dönmesi için. Politik bir faaliyeti var mıydı?
ABDÜLVELİ AYUP: Hayır hiçbir siyasi eylemi yoktu. Nedeni tamamen şu. 2017’de Mısır yüzlerce Uygur öğrenciyi gözaltına aldı ve Çin’e iade etti. Bu olayı tüm dünyaya ben duyurdum. Bu konu hakkında ilk konuşan ben oldum.
Mihriay o zaman bana şöyle bir mesaj yazdı. “Abi sen kahraman oldun ama babam kurban oldu.” Çünkü Çin, hiçbir suçu olmamasına rağmen abimi, Mısır’daki olayları dünyaya duyurduğum için tutukladı.
Ben ona “Keşke kahraman olmasaydım, ben kurban olmayı seviyordum,” dedim. Çünkü bu benim kendi kararımdı. Ve ben kendi kararımın başkalarına zarar vermesini istemiyordum.
Abimin benim yüzümden bu duruma düşmesini hiç istemezdim. Ama bir de şöyle düşünün. Mısır’dan Çin’e iade edilmek üzere olan binlerce insan var. Aileleriyle birlikte bana yardım çığlıklarını iletiyorlar. 120 kişi sonunda tutuklandı. 24 kişi Çin’e iade edildi. Ben duyurmasam dünyada kimse duyurmayacak. Ben ne yapayım? Bana gelen mektupları, mesajları gizleyeyim mi? Ben bunu nasıl yapabilirim? Onlar konuşamazdı. Mısır’da çok korkuyorlardı. Ama ben Türkiye’deydim. Nasıl susardım? Onların da abisi vardı, onların da ailesi vardı. Ama çok çok üzüldüm. Çünkü ben bu açıklamayı yaptığım için Mihriay’ın babası, benim abim 2017 Temmuz’da tutuklandı. Bana ulaşamadıkları için abimi tutukladılar.
Mihriay’a dedim ki: “Mihriay benim bu hayatta başka bir isteğim kalmadı. Artık ben öne çıktım ve herkes bana mesaj iletiyor. İnsanlar benden bunu bekliyorlar. Duyurmamı istiyorlar. Senden kimse bunu beklemez. Ama benden bekliyorlar artık. Ne yapabilirim ki? Artık ben bu durumdayım. İnsanlar fotoğraflar, yardım iletileri gönderiyor. Kendim saklayayım mı bunları? Son anda tutuklanmadan bin bir zorlukla ailesiyle ‘beni götürüyorlar’ diye haber ulaştıran insanın bilgisini ben medyaya nasıl vermem?”
Mihriay başka bir şey söylemedi. “Abi tamam. Zaten olan oldu. Babam tutuklandı. Biz önümüze bakalım, devam edelim,” dedi. Ve yine bana çok yardım etti. Bana uzun sesli mesaj geldiğinde, onun mükemmel bir İngilizcesi vardı; o kusursuz bir İngilizce ile çevirirdi, yazılı hâle getirirdi. Ben utanırdım. Ona İngilizceyi ilk ben öğretmiştim ama o beni kat kat geçmişti. Anadili gibiydi. Onun metinlerini hep sorarlardı, “Bu çeviriyi kim bu kadar kusursuz yaptı?” diye.
2018’de İstanbul’a taşındım. Daha fazla hareketli oldum. Dünya medyasına röportajlar vermeye başladım. Bu yüzden baskılar artmaya başladı.
Mihriay :  “Sen bir şey yazmasan daha iyi. Çünkü sen bir şey yazdıkça insanlar tek tek kayboluyor.”
Mihriay   telefonda bana dedi ki “Tamam sen yazmaya mecbursun ama ben de bunu söylemeye mecburum; sen yazdıkça yakınlarımızı alıyorlar.
Daha sonra  aynı  şekilde üç kuzenim alındı. En  büyük    abim, küçük kız kardeşim ve  ablam tutuklandı. Sonra da kuzenlerim kayboldu. Üç kuzenimin toplama kampına götürüldüğünü söylediler.
İnternetteki eski yazışmalarımıza bakıyorum. Şimdi çok pişmanım. (Bu pişmanlığını Ağlayarak ifade ediyor.)
) Ne demişim ben? “Sen çevirileri bitirdin mi?” Yanıt bile vermemişim. Keşke en azından teselli etseydim. Bir şey deseydim. “Milyonlarca insan tutuklu. Başka bir çaremiz yoksa. Sen de dayanmaya mecbursun.” En azından buna benzer bir şey yazsaymışım. Bakıyorum şimdi eski yazdıklarıma. Sadece “Tercüme ne zaman biter?” demişim.
                                                             MİHRİAY HEP YANIMIZDAYDI
Ama Mihriay hep yanımdaydı. Hep yardım etti. Şimdi ben Çin’de hapis yattığım, işkence gördüğüm için insanların bir kısmı şöyle diyorlardı: “Hapse giren bir daha kafasını kaldıramaz, bu nasıl oldu da Türkiye’ye gitti ve şimdi bu kadar çok sesini çıkarıyor? Bu kesin ajandır.”
Yani normal olan susmammış. Mihriay bunlara karşı çok çıkmıştı ve hep yanımda olmuştu. “Amca, bu adamlar böyle. Biz zaten bu yüzden, bunun gibi laflar yüzünden Çin’e esir düştük, bugünleri hak ettik. Cahillikten dolayı bizim de payımız var.”
Adeta babam gibi o bana nasihat verirdi böyle durumlarda. Çok çok olgun bir kızdı. Mevlânâ’nın bir şiiri vardı, “Sana söylemiş miydim?” diye biter her kıta. Dersler verir. Mihriay bana o şiiri okurdu. Ders verirdi. Ben de “tamam kızım” derdim.
2018 yılının aralık ayında El Cezire  Tv. benimle uzun bir röportaj yaptı ve bu bir belgesel olarak yayınlandı. Orada ailemin, tutuklu olan akrabalarımın fotoğraflarını gösterdim. Çin bu belgeseli incelemiş. Yakınlarımla olan aile fotoğraflarımı zamanında Kaşgar’da Mihriay’ın çektiğini ve bana fotoğrafları Japonya’dan onun gönderdiğini saptamışlar.
“ANNEMİ DE TUTUKLAYACAKLAR” DİYE DÖNMEYE KARAR VERDİ
Bunun üzerine Mihriay’ın annesi üzerinde çok büyük baskı başladı. Mihriay’a da Kaşgar’a dönmesi için baskılara başlıyorlar. Mihriay “Amca, ben dönmek zorundayım yoksa annemi de hiç rahat bırakmayacaklar, onu da hapse atacaklar.” dedi.
Ben çok karşı çıktım: “Kızım böyle olmaz, sen gitsen bile rahat bırakmayacaklar. Dönsen bile hiçbir şey yapamazsın. Asla seni rahat bırakmazlar, babanı da anneni de bırakmazlar.”
Ben ona şunu önerdim. Dönme. Gel bizimle birlikte yaşa. “Vechat” denen bir uygulama var. Çin’de herkes bunu kullanıyor. Tamamen devletin kontrolü altında bu uygulama. “Wechat’i de kapat. Gerekirse annenle de görüşme ama Çinliler seni arayıp tehdit edip durmasınlar. Sana ulaşamazlar, kurtulursun, ileride mutlaka annenle de buluşursun,” dedim.
Ben bunu önerince dedi ki “Sen benim ölmemi mi istiyorsun?” Ben ona şöyle dedim: “Hayır ölmeni istemem ama başka bir çaremiz yok, çünkü ben geri dönemem. Ben senin durduğun yerde duramam, buradaki görevimi artık bırakamam. Bana Doğu Türkistan’dan insanlar hayatını tehlikeye atarak mesaj gönderiyor, mektuplar gönderiyor el yazısıyla. Kızım ben nasıl olur da paylaşmadan bunları saklarım?”
Mihriay benim önerimi reddetti. Vchat programını silmedi. “Ben bunu yapamam. Babamı kaybettim. Annemi kaybedemem,” dedi.
Aslında Mihriay küçükken ona ben bakmıştım. Mihriay’ın ilk söylediği kelime Uygurcada “aka” yani “abi” idi. Ben çocukları çok severim. (Ağlayarak) O ilk yürümeyi öğrendiğinde bana gelmişti. Böyle sallanarak bana gelmişti. İlk adımını bana atmıştı. Çok güzel bir bebekti. Tam kızım Mesude’ye benziyordu.
Mihriay Üniversite sınavında birinci olduğunda 583 puan almıştı. İkinci olan çocuk 480 alabilmişti. Arada bu kadar fark vardı. Çok, çok akıllıydı. Mihriay TOEFL sınavında 97 puan almıştı. Ben öğrettim İngilizceyi ama bana fark attı. Benim rüyalarımda bile olmayan üniversiteleri kazandı. Çin’de de dünyada da en iyi üniversiteye seçildi. Okulu bitirince de Japonya’daki en iyi Nara Enstitüsü’nde çalışma hakkını kazandı. Bu kadar başarılıydı.
“YA BU BÖLÜCÜ ABİNİ SEÇ, YA DA ANNENİ”
Ona anlattım. “Ben dönemem, burayı bırakamam ve artık sen de dönemezsin. Ne derlerse desinler sakın dönme, telefonu kapat bizim yanımıza gel,” dedim. Demek ki insan amcasını ne kadar sevse bile; sonunda yine annesiyle bağlıymış, onun dediğini yaparmış.
Ona dayatılmış; “ya bu bölücü abini seç, ya da anneni seç.” Mihriay başına gelecekleri bile bile, annesini seçti ve akibetini bile bile Doğu Türkistan’a döndü.
18 Haziran 2018’de bana uçaktan telefon açtı. “Ben uçaktayım. Çin’e dönüyorum.” Ben de ona dedim ki; “Hemen elindeki telefonu çöpe at. Telefonu sakın oraya götürme. İçinden her şeyi öğrenip, suç uydurabilirler. İkincisi sana ne sorarlarsa hayır de.”
Çin’de sorgu şöyle olur. Bir soru olur. Hiçbir açıklama yapma iznin yoktur. Evet veya hayır diyeceksin. Mesela “Sen bölücülük yaptın mı Japonya’da?” Evet ya da hayır. Mihriay’a dedim ki; “Ne sorarlarsa sorsunlar her zaman hayır de. Ben bunu tecrübe ettim. Ben bundan kazandım. Sana ne yapsa, nasıl işkence yaparsa yapsın o an hep hayır dersen kurtulursun. Çünkü seni öldüremezler. Orada işkence görürsün ama ölmezsin çünkü insan vücudu kendini her şeye karşı yeniden düzenler, alışır zorluğa. İki saat sonra hiçbir işkence etkisini ilk andaki gibi gösteremez. Mesela sopalarla dövüp, falakaya çekiyorlardı. Vurdukça şişmeye başlar derin. İki saat sonra tüm vücudum kabarıyordu ve hissetmiyordun acıyı, ağrıyı. Ama o iki saat dayanamaz ve evet dersen sorularına bir ömür boyu zindanda yatarsın.
İkincisi 3 aydan sonra her türlü işkenceye karşı vücut müdafaa mekanizmaları geliştirir. Bu benim tecrübem. Bir buçuk sene hapiste kalıp hiçbir politik suçlamayı kabul etmeden çıktım. Sen de aynısını yap. Döndüğünde tutuklarsan bile en fazla 3 ay dirensen yeter. Çünkü hiçbir şeyle suçlayamazlar seni.”
        “MİHRİAY   GİTTİ” MESAJİ 
Sonuçta  Mihriay Çin’e döndü ve bir daha hiç iletişim kuramadık. 2020’de bana bir tanıdıktan mesaj geldi. Çok kısaydı: “Mihriay gitti” diye. Ben de hiçbir şey sormadım. Anladım ki tutuklanmış.
Bana mesajı ileten; “Sakın kimseyle paylaşma bu bilgiyi yoksa akrabalarına çok zararı olur.”dedi. Ama ben bu bilgiyi Japonya’daki arkadaşlarımla paylaştım. Ama kendim hiç açıklama yapmadım bu konu hakkında.
2020 Aralık ayında ikinci bir bilgi geldi. Mihriay benim kaldığım cezaevinde vefat etmiş. Abim, Mihriay’ın annesi, Mihriay’ın küçük kardeşine teslim edilmiş naaşı. Polisler naşı teslim ederken “Evde öldü diyeceksiniz; bu tıbbi raporu alın sorulursa bu hastalıktan öldü,” demiş.
Raporda şunu uydurmuşlar. Kansızlıktan öldü. Mihriay’ın böyle bir rahatsızlığı hiçbir zaman olmadı.
Mihriay’ın tutuklanma süreci şöyle oldu. Ben ve benimle birlikte bir heyet 2020 Şubat ayında ABD Kongresi’nde Uygurlara yönelik baskıları anlatmak için bir toplantı düzenledik. Bize Doğu Türkistan’daki tutuklamalara ilişkin çok önemli bir belge ulaşmıştı. Bu resmi Çin belgesinde 3.000’den fazla Doğu Türkistanlıların kişisel bilgileri var. Kimlik numarası, adres, yaş, kan grubu, tüm bilgileri…
Bu tutuklananların bir kısmının listesiydi ve önemli bir belgeydi. Hatta bazıları ölmüş, kimine müebbet cezası verilmiş. Bilgi notları vardı kişilerin isimlerinin yanında. Bu sadece  Hoten’in Karakaş  İlçesi ile  ilgili bir listeydi. Biz bunu medyaya  ilettik ve yayınlanmasını sağladık.
Daha sonra ben kendim  bir rapor hazırladım ve ABD. Kongresine bu raporu  sundum.  Ayrıca raporla ilgili Konuşmalar da  yaptım.
Beyaz Saray’da Çin  İşleri  Komitesi ile toplantı yaptık ve bu belgeyle ilgili bilgi verdik. Ben bu belgede adı geçen bazı kişileri zaten şahsen tanıyordum. Çünkü ben bu ilde Anadil Kreşi açacaktım. Bu listedeki bazı çok iyi kalpli ve akıllı aydınlarla tanışmıştım o süreçte.
Hatta şöyle bir durum vardı. Pandemi yeni başlamıştı hatırlıyorsunuz. Uygur bir anne baba Çin’in Wuhan bölgesinde lokanta açıyormuş. Bu anne baba tutuklanmış ve Karakaş’a getirilerek  hapse atılmış. Üç çocukları var biri üç yaşında ama onların nerede olduğu belli değil. Tam bu dönemde Wuhan abluka altındaydı Covid-19 salgınından dolayı. Herkes evlerine kapatılmış. Bu çocuklar nerede, ne yiyor, ne yapıyor hiçbir bilgi yok. En azından bu çocuklar için bir şey yapılsın.
18 Şubat 2020’de biz bu ziyareti gerçekleştirmiştik. Hemen o hafta Mihriay’ı tutuklamışlar. Nereden biliyorum? Şubat ayında tutuklandığını biliyorum. Çin’de çok meşhur bir iş bulma sitesi var. Mihriay oraya 10 Şubat’ta iş bulmak için ilan bırakmış. Demek ki 10 Şubat’a kadar tutuklu değildi.
Tutuklandıktan sonra Kaşgar Yanbulak Tutukevi’ne konuyor.
YANBULAK ÇOK KÖTÜ TUTUKEVİ  İDİ VE  MİHRİAY BURADA CAN VERDİ
TÜRK SOLU: Sizin çok bilgi alamadığınızı biliyorum. Ama fikrinizi merak ediyorum. Tutuklandıktan hemen sonra bu kadar kısa sürede ölmesinin nedeni ne olabilir? Çin’de sorgu sırasında işkence var. Peki, tutukevinde işkence devam ediyor mu? Sorgu veya işkencede mi öldü yoksa tutukevindeki kötü şartlardan dolayı ölmüş olabilir mi?
ABDÜLVELİ AYUP: Ben Çin’de dört farklı cezaevinde kaldım. Aslında sistem şöyle. Tutukevleri var. Hüküm aldıktan sonra da cezaevlerine gönderiliyorsunuz. İlk tutuklandığımda ben de Mihriay gibi Kaşgar’daki Yanbulak Tutukevi’nde kaldım. Ve bu  Kaşgar’daki dört tutukevinden en ama en kötüsü Yanbulak’tı.
Hücreler çok küçüktür. Benim boyum çok uzun değil ama ben kalktığımda bile başım tavana değerdi. Başımı eğmek zorunda kalırdım. Hücrede hiç pencere yoktur. Avlu yoktur. Bir tek hücrenin tepesinde camlı bir boşluk vardır. Orada yukarıda gardiyanlar, özel timler yürürler. Yukarıdan kontrol ederler. Sopalarıyla ses çıkarırlar. Bunlar elektrikli sopalar. O sopalara çok maruz kaldım. Vücuduna şok verir. Hücredeyken uyuyamazdım. Çünkü “cıs, cıs, cıs” diye sesini verdiklerinde ter içinde kalırdım. Eskiden aldığım elektriği vücudum hissederdi adeta. Sürekli bir psikolojik baskı vardı. Hatırlatırdı gece gündüz gardiyanlar kendilerini. Ben orada hem işkenceye maruz kaldım hem de çok kötü şartlara. O yüzden Mihray neler çekti içeride, hangi sebeplerden öldü  tam bilemiyorum.
Biz 21 Şubat 2013’te Kaşgar’da Anadil Kongresi düzenlemiştik. Tamamen Çin devletinin verdiği resmi izinle yapılmış bir toplantıydı. Tam olarak yine 21 Şubat 2020’de Mihriay’dan başka, 7 yıl önce bu benim düzenlediğim kongreye katılanlar tutuklanmış. 72 kişi. Bu kişilerin ne suçu var? Ben düzenledim kongreyi ama kongre de yasaldı. Çin Devleti izin vermişti. Yasaya uygun bir kongre sonunda yasaya aykırı bir şekilde herkes tutuklandı. Bu da bir mesajdı bence. Bu 72 kişi arasında örneğin benim Abdülmecid diye bir arkadaşım vardı. O da tutuklanmış ve şu anda 6 senelik ceza almış.
Kısacası  Çin, beni cezalandırmak için Mihray’ı tutukladılar.
ANNELER KAHRAMAN DOĞURSUN, AMA, KAHRAMANLARI ÖLDÜRMESİN
Bunlar beni mahvediyor. Çok üzülüyorum. Arkadaşlarım tutuklanıyor. Mihray tutuklanıyor. Ben kendim bir yola çıkmışım. Hiç ileri değil de hep geriye gitmişiz. Ben ne yaptıysam, kendim inandığım için yaptım. Kendi doğru bildiğim yoldan gittim. Buna ben razıyım. Bana işkence etsinler tamam. Ama ben, benim yüzümden hiç kimsenin burnunun kanamasını istemem. Çünkü bu onların kararı değildi.
Benim bir düşüncem, büyük bir üzüntüm daha var. Biz de, Doğu Türkistan’da anneler hep kahraman doğururdu. Ama Anneler  doğurdukları kahramanları öldürdü.
TÜRK SOLU: Annesine kırgın mısınız?
ABDÜLVELİ AYUP: Bizde anneler şöyleydi. Kendi başına, çocuğunun başına bir şey geldiğinde, vatana kötü şeyler olduğunda; “ben seni vatan için doğurdum” derdi ve hep evlatlarını cengahlara( Savaş yerlerine) savaşmak için   gönderirlerdi.
Yurtdışında olan bir insan da milletinin yararına çalışabilir. Konuşabilir,  adalet ve hakikat  yolunda bir şeyler yapabilir. Ama sen onu hapse  zorla çektin. Ona kızıyorum. Ne oldu da bu Anne, cengahtan çocuğunu alarak  hapse çekti? Böyle mi oluyor? Kendin hapiste değilsin. Kızının gireceği belli. Özgür bir insanı o kadar ısrarla neden çağırdın? Diyelim ki hapse girdin. Veya öldün. Ölsen ne olacak? Sen annesin. Kızını çağırarak tehlikeye attığını bilmiyor musun?
Çok üzgünüm bu yüzden. Mihray da annesini çok seviyordu.  Bu nedenle beni  değil,  annesini dinledi.
“ŞAKAYIKLAR İLE KAPLANSIN MEZARIM”
Mihriay, Çin’e gitmeden önce şöyle bir mesaj göndermişti bana. “Eğer ben ölürsem ve bir kabrim de olursa, şakayıklar ile kaplansın mezarım. Beni şakayıklarla hatırlayın. Şakayık kabrimin simgesi olsun.”
Neden şakayık?
Bizim bir öykümüz var. 1946’da bir ayaklanma oldu Çin’e karşı. Bir Uygur askeri ölüyor. Ama çok kahraman olduğu için insanlar naaşına bile dokunamıyor, “kim gömerse onu  Çinliler götürür” diye. Çinliler de naaşı bırakmış orada. Ancak yarım gün sonra beden orada yokmuş. Ortadan kaybolmuş. Bir yıl sonra  ise tam o askerin şehit olduğu yerde insanlar şakayıkların fışkırdığını görmüş. Bu bizde rivayettir. Bu yüzden insanlar şakayığı çok sever.
Mihriay başka bir mesajında şöyle diyordu. “Çok korkuyorum. Eğer beni bir kurşun ile öldürürlerse çok sevinirdim.”
İşkence çekmek istemiyordu. Öldürürlerse hemen öldürsünler istiyordu. 1928’de bir küçük ayaklanmamız var. Seyit Noçi isimli bir isyancımız var. Kendisi aynısını söylüyor: “Beni öldürürseniz razıyım. Ama bana korkmadan tek kurşunla öldürecek insanlar gelsin.”
Ben de bir şiir yazdım:
“Kaşgar soruyor  tamam Bizi öldürün
Ama tek kurşunla öldürecek cellâtlarınız olsun.”
Ama şu anda gerçekten ben de bilemiyorum. Nasıl öldürdüler? Bir kurşunla mı? Acaba bir kabri var mı şakayıklarla anabileceğimiz? Bunu da bilmiyorum.
Mihriay’ın babası hâlâ hapiste. 14 senelik hapis cezası vermişler. O da kızına kavuşamadı.
Mihriay Nevruz ayında bana bir mesaj göndermişti. Çocuklar için uluslararası bir Uygur anadil okulu açalım diyordu. Online olarak, dünya çapında internetten yayın yapacak bir okul kurmak istiyordu. En çok istediği şey hep çocuklara bir şeyler öğretmekti. Öğretmen olmak istiyordu. İkincisi de bilim ile uğraşmak, bilim insanı olmak istiyordu. Bana şöyle demişti: “Bizim burada, Doğu Türkistan’da sadece insanlar değil toprak da hasta, haşaratlar da hasta, hayvanlar da hasta, biz bunu tedavi etmeliyiz,” diyordu. Bu ikisini aynı anda yapmayı çok hayal ediyordu.
Şunu tekrar vurguluyorum. Mihray’ın hiçbir politik faaliyeti yoktu. Sadece ve sadece beni cezalandırmak için öldürdüler.
Biz toplama kamplarından bahsediyoruz. Zorla eğitim veriliyor, kötü muamele ediliyor diye. Ama eksik anlattık. Sadece işkence görmüyormuş insanlar buralarda aynı zamanda öldürülüyorlarmış.
Çin kendi ülkesine sınavlarında en başarılı puanları alan, en iyi üniversiteleri kazanan, Japonya’da en iyi Üniversiteyi bitiren insana bile bunları yapıyor, toplama kamplarında öldürüyormuş. Dünyanın hangi ülkesi olsa, ABD veya başka bir ülke; o kişi muhalif olsa bile öldürmez. En azından ondan istifade etmeye çalışır. Çin, Mihriay’ı  öldürmeden her yerde çalıştırabilirdi.
Bu kadar birikimli bir insanın öldürülmesi bile; “sen ne olursan ol, bir Türk olduğunda öleceksin. En iyi Türk ölen Türk’tür” demektir. Verilmek istenen mesaj tam olarak budur.
ABDÜLVELİ AYUP’UN MİHRİAY ERKİN İÇİN YAZDIĞI SON MEKTUP
Mihriay, döndüğün gün uçakta “Babam yaşıyorsa kendini, yoksa mezarını göreceğim,” demiştin.
Bir mezar olmadığı için üzülmüştün. “Senden uzakta, Türkiye’de sana engel olamadım. Japonya’da bir mezar olsaydım en azından yabancı topraklara beni bırakıp gitmezdi, dönmeyi düşünmezdi” diye düşünmüştüm.
Japonya’da  Doğu Türkistan’in özgürlüğü  savaşan kahramanlarımızın  mezarları vardı. Bundan 80 yıl önce Uygur için malını, canını ve evlatlarını feda eden bir ailenin lideri Japonya’da yatıyor.( Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti Genel Kurmay Başkanı General Mahmut Muhitinin ağabeyi )
Kendi halkı için Japonya’da özgürlük mücadelesi vermiş Turfanlı Muhitiler ailesinden Musul Muhiti’nın mezarı Tokyo’daydı.
“Yanında olsaydım, zulmü ispat etmek için yanarak can verseydim, Musul Muhiti’nın mezarı benim olsaydı yada Musul Muhiti’nın yanına defnedilseydim. Mihriay beni bırakıp gitmezdi. ‘Abimin mezarını yalnız bırakmam’ diyerek Japonya’da kalırdı”… gibi düşünceler içerisindeyim.
Dönüşünde gizli saklı hiç yok. Annen için dönmekten başka çaren yoktu. “Ya bölücü abin yada annen” gibi bir seçenek karşısında herkes, özellikle senin gibi babasından umudunu kesmiş biri ne yapabilirdi ki?
Dönünce neyin beklediğini bilmeyecek kadar saf biri değildin. En azından anneni kurtarmak istedin.
Geri dönmenin ne anlama geldiğini tahmin edemeyecek kadar aptal, ne olacağını bilmeyecek kadar kıt kafalı biri asla değildin. Sosyal medyada dolaşan Uygur tanıkların ifadelerini İngilizceye çevirmeye yardım etmiştin. Tutuklanan ve kapatılan insanların başına ne geldiğini biliyordun. Toplama kampı mağduru Gülbahar Celilova’nın yaşadıklarını ağlayarak çevirdiğini söylemiştin. Ama benim hapishanede yaşadıklarımı çevirmeni istediğimde, o kadar ısrara rağmen reddetmiştin.“Abi, başkalarının tanık ifadelerini çevirebilirim.   Ama senin yaşadıklarını çeviremem. Çünkü anlattıklarına dinlemeye dayanamam. Çalışayım para kazanıyım, Uygurca bilen birer yabancıya çevirttirelim. İnan ki ben senin hapishane hayatını okumaya ya da dinlemeye cesaret edemem. Yaşadıklarını hayal etmekten bile korkarım,” demiştin.
Yolculuğun başında sana engel olmaya çalışan arkadaşların seni severdi. Sen uçaktayken, uçağın kalkmasına birkaç dakika kala beni aradığında, üzüntü içinde paramparça olmuş abin sen geri dönerken alkış tutacak kadar art niyetli biri değildi.
“Abi ya sen uslu durmuyorsun, ya ben durduramıyorum. Polis bana ve anneme senin durdurmam için baskı yapıyor. Ben döneyim, onlar annemi hapse atmasın. En azından annem kardeşim için sağ kalsın,” dediğinde ben ne diyecektim? Ne diyebilirdim? Seni nasıl ikna edebilirdim?
Dönüşünde gizli saklı hiçbir şey yok. Aklın onaylayacağı bir sebep de yok. Sadece seni uzaklardan kalbine bağlayan bir annenin sevgisi var. Baban tutuklandı. Küçükken senin altını değiştiren teyzen de hapiste. Onlar için şahitlik yaptın. Onları kurtarmak için meydana çıktın. Hiçbir şey değişmedi. Şahitlik yapıp bir sene geçince yine akrabaların tutuklandı. Çin tutuklamaya devam etti. Hiçbiri serbest bırakılmadı.
Dönüşünde gizli saklı hiç bir şey yok. Hiçbir ayıp yok. Sadece sevginin yükü, Uygur olmanın ağırlığı ve evlat olmanın getirdiği sorumluluk var.
Hepimiz ipi annelerin kalbine bağlamışız ama onu  uçurtamayız. Gagalarımızdan sevgiye asıldık. Çin bizi bu sevgi yüzünden boğmaya çalışıyor. Muhacir canımız hapisteki kardeşlerimiz için titriyor. Onların hayatta olma ihtimali bizi korkutuyor, uyarıyor, cezalandırıyor ve cesaretimiz öldürüyor. Ama onları canından etmemek ve hor görülmesine izin vermemek için büründüğümüz sessizlik bizi her gün bin kere daha katlediyor.
Dönüşünde gizli saklı hiçbir şey yok. Ama başarıya dikilen gözlere doldurulan kumlar, sevgisiz saldırılar seni canından bezdirdi. Belki mültecilik hayatı da soğuk ilişkilerin çatışması, tatsız taraftarlık savaşları, Çin’e olan nefretin gözleri kör, aklı felç, dili zehir etmesi senin gibi saf ve samimi birine ağır geldi.
Dönüşünde gizli saklı hiçbir şey yok. Dönmezsen de seni burada tutacak başarı, ilham ve sevgi yoktu. Davanın vaat ettiği geleceğe kimse yaklaşamadı, hiçbir çaba başarı garantisi vermedi. Hiçbir güç geleceğe bu milleti bir adım yaklaştırmadı.
Mültecilik hayatında yakının cefa, arkadaşın dert, düşmanın sonuç. Yerleştiğin memlekette durmadan para kazanıp, altından saray inşa etsen de, yine de yerlilerin “Nerelisin?” sorusu karşısında tedirgin olursun. Altından inşa ettiğin saraylar yüzündeki o sararmış, miskin ifadeyi gizleyemez. O an o devlet değil, satın aldığın saraylar bile seni dışlar. Kuşların ötmesi bile seni “göçmen” diye azarlar.
Sen döndün Mihriay, döndüğünde sana vaat edilenler yalan olsa da netti, ama mültecilikte senin kazanmak istediklerin bile belirsiz. Muhacir hayatta canının sıkılması, her sıkıldığında içine girip rahatlayacak bir deliğin, bir kucağın olmaması, beklemeye değer bir geleceğin ve gidilecek bir yerin olmaması seni yordu. Canın iki taşın arasında sıkıştı. Dağ gibi büyük iki sevgini arasında sıkıştın. Annenin sevgisi ve abinin yolu arasında sıkışıp kaldın. Memleketteki cehennemde ve abinin yaktığı ateşte diri diri yanmak sana ağır geldi.
Dönüşünde gizli saklı hiçbir şey yok. Bunun müsebbibi benim. 4 Temmuz 2017’de Mısır’da yüzlerce Uygur tutuklandı. Ben Türkiye’de durumu ifşa ettim. Baban Kaşgar’da tutuklandı.
“Abi sen kahraman oldun, babam kurbanlık koyun oldu,” dedin ve  ertesi günü gece.
Sana “Eğer sen de benim gibi kahraman olsaydın, bütün Uygurlar kahramanlığı seçseydi, hiçbir Uygur kurbanlık koyun olmazdı,” dediğimi hatırlıyorum. Belki sende benim gibi kahraman olmayı seçmişsindir.
Dönüşünde gizli saklı hiçbir şey yok Mihriay. Ölümün gizli. Senin ölümün sır gibi yayıldı. Hâlâ sır gibi kalmaya devam ediyor. Son görüşmemiz “Annem arıyor,” cümlesiyle sonlanmıştı. Annen ne dedi? Ne dedirttiler? Ne zaman, nerede, sana ne oldu? Bulmaca gibi cevapsız. O cümleden sonra senden ne bir ses, bir hece duydum.
Geri dönmeyi kararlaştırdığında sonsuzluğa karıştığını, sırlar dünyasına göç ettiğini duydum. Ama ben bu sırları mutlaka çözeceğim.
Çin sağlam aldı seni elimizden, cesedini teslim etti bize. Nasıl öldüğünü, hangi canavarın elinde son nefesini verdiğini mutlaka öğreneceğim. Tenin toprağa karışmış, Çin yüzünü bile göstermeden defnetmiş olsa da, ben o katilin yüzüne ışık tutacağım.
Ölümünün ölümlerin başlangıcı olmaması için, sayısız “Mihriay”ların güneşli günlere uyanması için, zulüm zindanlarının yerle bir olması ve sabahın bir an önce gelmesi için bu sırı mutlaka çözeceğim.
 KAYNAK  :  Türk Solu Dergisi 
Share
5538 Kez Görüntülendi.