logo

trugen jacn

ÇİN İŞKENCESİNİN EĞİTİM VE UYGULAMA LABORATUVARI : DOĞU TÜRKİSTAN

Ali YURTGEZEN

Devlet veya rejimin potansiyel suçlu ilan ettiği için 7/24 gözetim altında tuttuğu bir halk düşünün. Yaşadıkları coğrafyanın bütün cadde, sokak ve kapalı alanlarına yüz tarama sistemine sahip kameralar yerleştirilmiş. Cep telefonlarına, bilgisayarlara, banka ve alışveriş kartlarına zorunlu takip programları yüklenmiş. Yaşları 12 ile 65 arasında olan herkesin DNA örneği, parmak izi ve kan grubu bilgileri toplanıp arşivleniyor.

Sadece şehirler, beldeler arasında değil, semtler arasında bile güvenlik kontrol noktaları oluşturulmuş. Dış dünya ile irtibat zaten engellenmiş durumda. Kim nereye gidiyor, kiminle görüşüyor, ne diyor, ne alıp satıyor anında tespit edilmekte. Gün içinde aynı güzergâhtan iki defa geçmek bile soruşturma sebebi. Her an her yerde yanıbaşınızda bitiveren resmî veya sivil polislerin hiçbir gerekçe göstermeden insanları sorgulama, tutuklama, öldürme yetkisi var. Sokak ortasında, hapishanede, toplama kamplarında ölen ya da öldürülen yakınlarınızın nasıl öldüğünü sormanız, otopsi yapılmasını istemeniz, cenazesinde ağlamanız suçtur.

Kimin kiminle evleneceğine, hangi kıyafetleri giyebileceğine, ne öğreneceğine, nasıl düşüneceğine, neye inanacağına, kadınların kaç çocuk doğuracağına devlet karar veriyor. Yetişkin erkekleri tutuklanmış yahut öldürülmüş ailelere, rejimin belirlediği ve istihbarat elamanı olarak kullandığı dini, dili, kültürü farklı yabancılar yerleştiriliyor.

İşkence ve Katliamlarla Sürdürülen İşgal

Hayır, George Orwell’ın 1984 romanından uyarlanan filmin yeni bir versiyonundan bahsetmiyoruz. Anlattıklarımız şu anda, 21. yüzyılın ilk çeyreğini idrak ettiğimiz bir zaman diliminde, 70 yıldır Kızıl Çin işgali altındaki Doğu Türkistan’da yaşanıyor. Gerçi Çinlilerin işgal ve sömürgeleştirme politikası 1760’taki ilk Mançur istilasından beri devam ediyor. O tarihten bu yana Doğu Türkistan’daki Türkler en vahşi yöntemlerle baskıya, işkenceye, katliama, asimilasyona maruz kalmışlar. Öldürülen, kendi toprakları dışında mecburi ikamete tâbi tutulan, başka ülkelere kaçmak zorunda bırakılan milyonlarca Müslüman Türk’ün yerine yerleştirilen Han Çinlileriyle bölgenin demografik yapısı değiştirilmiş. O kadar ki bir zamanlar sadece Türklerin yaşadığı bu bölgede, mesela Uygurların 1953’te % 75 olan nüfus oranı 2000 yılında % 40’a düşerken Han Çinlilerinin oranı % 6’dan % 45’e çıkmış. Bugün Doğu Türkistan’daki üniversitelerde okuyan her 100 öğrenciden 80’inin, istihdam edilen her 100 memur ve işçiden ise 90’ının Han Çinlisi olduğu dikkate alınırsa Türk nüfusunun daha da azaltıldığı söylenebilir.

Yeraltı zenginlikleri ve stratejik konumu sebebiyle bölgeyi elde tutma politikasını Çin’in neden bu kadar pervasız bir vahşetle sürdürdüğünü anlamamız için Doğu Türkistan’da Türklere yönelik saldırılarda başrolü oynayan şu Han Çinlilerine bir parantez açmamız gerekiyor. Han Çinlisi, hem imparatorluk hem milliyetçi Çin hem de Mao ve sonrası dönemlerde farklı etnisitelere mensup Çinli kitleleri homojen bir yapıya kavuşturmak yanında Türk düşmanlığını canlı tutmak için de yönetici kadro tarafından uydurulmuş asılsız bir aidiyet nitelemesi. Han sülalesi Çin’in en eski, en uzun ömürlü bir hanedanı. Çin imparatorluğuna tarihte en parlak dönemini yaşattığına inanılan bu hanedan Türkler tarafından ortadan kaldırılmış. Mao’nun, “Çin milleti esas olarak Han milletidir.” sözünden hareketle bugün Çinlilerin % 90’ı kendisini böyle tanımlıyor. Han Çinlisi sıfatını kuşanmakla rejim nezdinde imtiyazlı, dokunulmaz bir statü kazanan Çinliler, bu statünün şövenist duygularla, kahramanlık zannedilen bir kıyıcılıkla Türkler’den intikam almayı, onlara her türlü zulmü reva görmeyi gerektirdiğine inanıyorlar.

Orda Bir Kadim Yurt Var Uzakta…

Doğu Türkistan, bu patolojik kinin acımasız vahşeti, hiçbir insani ölçü tanımayan bir açgözlülüğün talanı ile 300 yıldır tek başına boğuşuyor. 300 yıldır Doğu Türkistanlıların maruz kaldığı zulme bütün dünya gibi biz de kör sağır ve dilsiziz. Haritadaki görüntüsü Anadolu’yu andıran bu bir buçuk milyon kilometrekarelik kadim Türk yurdunu, gözümüzden ırak olunca gönlümüzden de çıkarmış, unutmuş gibiyiz. Bir zamanlar pek çok Türk devletinin bu topraklarda hüküm sürdüğünü; Kaşgarlı Mahmud’un, Yusuf Has Hâcib’in, ilk Müslüman Türk hakanı olan Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın bu topraklarda yaşadığını bilenlerimiz çok az. Doğu Türkistanlıların 18. yüzyıl ortalarından itibaren başlayan işgallere kahramanca direndiğini, milyonlarca şehit verdiğini, üç defa devlet kurduğunu tarih kitaplarımız yazmıyor. Onca kırıma katliama rağmen bugün dahi 3000 yıllık Türk yurdunda en az 25 milyon Uygur’un, sayıları 1 milyonu aşan Kazak, Kırgız, Özbek, Tatar Türk’ünün yaşadığından çoğumuzun haberi yok. Çin’in dünyaya kapattığı bölgede neler yaşandığını günü gününe öğrenmenin neredeyse imkânsız olduğu doğru. Fakat bu, farklı ülkelerde sesini duyurmaya çalışan Doğu Türkistanlı mültecilerin feryadına olsun kulak vermemize engel değil.

Doğu Türkistan’ın özellikle 2016 Ağustos’undan sonra, konvansiyonel usullerle son teknolojiyi harmanlayan Çin tarafından bir “istihbarat laboratuvarı”na dönüştürüldüğü bütün dünyanın malumu aslında. Dünya egemenleri, Doğu Türkistan’ın yıllardır “Çin işkencesi”nin eğitim ve uygulama alanı haline getirildiğini, burada Müslüman Uygurlara yaşatılanların Orwell’in Okyanusya’sına rahmet okutacak vahamette olduğunu pekâla biliyorlar. Fakat meseleyi insan hakları açısından bakıp çözmek yerine, hep yaptıkları gibi Çin’le ilişkilerinde ellerini güçlendirecek bir koz olarak sürüncemede bırakmayı tercih ediyorlar. Başta ABD olmak üzere, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin Uygur diasporasına verdiği sözde destek ve ev sahipliği, yeri geldiğinde Çin pazarına pey olarak sürülüyor.

Batı dünyasının insanlık tarihindeki bu en ağır, en uzun süreli şiddet uygulamasını çözümsüzlüğe mahkûm eden istismarında, Doğu Türkistan dışındaki Türk ve Müslümanların denize düşen Uygurları yılana sarılmaya mecbur bırakan bigâneliği büyük rol oynuyor şüphesiz. Türk ve İslâm dünyası olarak bu insanlık suçuna ses çıkarmıyor, Doğu Türkistan’da neler olup bittiğini görmezlikten geliyoruz. Fakat biz böyle susup gözlerimizi kaçırır, oradaki mazlumların feryadına kulaklarımızı tıkarken de Çin, Doğu Türkistan’daki zulmünü artırarak sürdürüyor.

Yeni Suçlar Yeni Cezalar Üreten Bir Yasa

Doğu Türkistan’dan yetmiş yıl önce kaçıp gelenlerle birkaç yıl önce gelen muhacirlerin oradayken maruz kaldıkları zulme dair anlattıkları tüyler ürpertici hikâyeler hep aynı. İşkence, gasp, asimilasyon, demografik yapıya müdahale ve katliamlar bütün hızıyla ara vermeksizin devam ediyor. Eskisinden farklı olarak yeni yasaklar, yeni suçlar ihdas edilmiş.

Mesela 1 Nisan 2017’de yürürlüğe giren “Aşırılıklar ve Terörle Mücadele Yasası” gereği Uygurca bütün okul kademelerinde yasaklanmış. Devlet televizyonunu izlememek, törenlerde Çinlilere özgü kıyafetler giymemek, Türkiye’yi ziyaret etmek, ay yıldızlı materyaller bulundurmak, videodan “Diriliş Ertuğrul” gibi, “Kurtlar Vadisi” gibi dizileri seyretmek suç sayılır olmuş. Kardeşlik Projesi adı altında her Müslüman ailenin içine Çinli bir erkek yerleştirilmiş. Doğum kontrolü uygulaması çerçevesinde çocuk kotasını aşan hamileliklerin kaçıncı ayında olursa olsun kürtajla sonlandırılması; kırsalda iki, şehirlerde bir çocuk sahibi kadınların kısırlaştırılması zorunlu hale getirilmiş. Kota fazlası doğan bebekler boğularak öldürülmüş, 5000 dolarlara kadar varan para cezasını ödeyemeyen anneleri hapse atılmış.

Daha önceden 20 yaşından küçüklere, öğrencilere, memurlara getirilen cami, namaz, oruç, sakal yasağına ilaveten cami hocaları camilerinin tepesine Çin bayrağı, duvarlarına üzerinde “Partiyi sev, ülkeni sev” yazan flamalar asmakla; vaaz ve hutbelerinde Çin yönetimini övmek, Çin tarzı sosyalizmi anlatmakla yükümlü kılınmışlar. Sadece 2016 yılında cemaat sayısı 15’ten az olduğu veya sağlam olmadığı gerekçesiyle 3500 cami ve mescit ya başka amaçlar için kullanılır olmuş ya da yıkılmış.

Yukarda zikrettiğimiz yasanın “Aşırı dinci fikirlerin etkisinde kalmayı, dinî içerikli vaaz ve tebliğler dinlemeyi, dinin belirlediği eylem ve davranışları günlük hayatta sergilemeyi” suç sayan 3. maddesi uyarınca İslâm’ı övmek, öğretmeye ve yaymaya çalışmak, insanları dinî faaliyetlere katılmaya davet ve teşvik etmek, çocuklara dini ve dindarlığı çağrıştıracak isimler vermek, selamün aleyküm diyerek selamlaşmak yasaklanmış. Evinde veya üzerinde Kur’an-ı Kerim, İslâmî kitap, takke, seccade bulunduranlar tutuklanmış. Müslüman hanımların tesettürüne evi dışında izin verilmediği gibi evlere yapılan baskınlarda da bütün uzun giysileri diz altından kesilerek kısaltılmış.

Yasanın din özgürlüğünden bahseden maddesinin hemen altında ise nikâh ve boşanma işlemlerinin, miras taksiminin, cenaze ve düğün merasimlerinin İslâmî usullere göre yapılmasının ve helâl haram ayırımına gidilmesinin suç olduğu yazıyor.

Ölmekten Değil Yaşamaktan Korkan İnsanlar

Bütün bu saçma sapan yasaklar, Çin’in Doğu Türkistan’ı boşaltmak için sürdürdüğü şeytanî bir politikanın uygulamasından ibaret. Doğu Türkistan’ı halkını öldürerek boşaltıyor, korkutup kaçırarak boşaltıyor, asimile ederek boşaltıyor, zorunlu göçe tâbi tutarak boşaltıyor, nükleer denemelerini burada yaparak boşaltıyor. Oradaki Müslümanların, canından malından başka iffetine ve onuruna dokunan alçakça müdahaleler karşısındaki haklı tepkisini bütün dünyaya radikalizm yahut terörizm diye takdim ederek, onları DEAŞ gibi proje örgütlerin safına iterek yalnızlaştırıyor; Doğu Türkistan’ın bu soylu mücadelesini desteksiz bırakıp itibarsızlaştırıyor. Bu yüzdendir ki işkencelerden, hapislerden, sürgünlerden, cinayetlerden geçtik, DNA örnekleri alındıktan sonra bir bahane ile öldürülüp otopsisine izin verilmeden bir gece yarısı polis gözetiminde gömülen Müslümanların organlarının pazarlandığına dair şüpheleri sorgulamaya bile kimse yanaşmıyor.

Ölmekten beter olanı ise son zamanlarda sayıları çoğalan ve Çinlilerin “Islah ve Terbiye Merkezi” adını verdiği toplama kamplarındaki işkencelere tahammül edebilmek. 2017 Nisan’ından beri sadece Kaşgar’daki 4 toplama kampında 120 bin Uygur Türk’ünün işkenceye tâbi tutulduğu söyleniyor. Benzer uygulamaların geçmişte de yapıldığını anlatan Doğu Türkistanlı muhacirlerin hemen hepsi “Biz orada ölmekten değil, yaşamaktan korkuyorduk!” diyorlar. Aslında sadece bu söz bile onlara reva görülen zulmün şiddetini anlatmaya, insanlığını kaybetmeyenlerin yüreğini kanatmaya yetiyor.

Ölümü yalnız kendileri için değil, sevdikleri için de kurtuluş görüp istemeye sevk eden bir çaresizliğe en son birkaç ay evvel İngiliz BBC televizyonunun bir haber programında şahit olduk. BBC, İngiltere başbakanı Theresa May’in Şubat başında yaptığı Çin ziyaretinden önce, diplomatik pazarlıkta avantaj sağlayacak bir şantaj konusu olmak üzere Doğu Türkistan’daki insan hakları ihlallerini haber yaptı. Programda Türkiye’de yaşayan Doğu Türkistanlı Abdurrahman Hasan’ın daha önce videoya alınmış konuşmalarına da yer verilmişti. Abdurrahman Hasan, memlekette kalan 68 yaşındaki annesi Amine Mehmed ile 22 yaşındaki eşi Tunsa Gül hanımın, gerçekte bir toplama kampı olan Islah ve Terbiye Merkezinde tutulduğunu, gördükleri işkenceyi düşününce ölmeleri için dua ettiğini anlattıktan sonra Çinli yetkililere şöyle sesleniyordu: “Kurşunun parasını vereceğim; lütfen vurun onları!”

Bu çağrı insanlara ölümden beter acılar çektirildiğini, onur kırıcı işkenceler yapıldığını anlattığı kadar, insanlık dışı akıl almaz bir ahlâksızlığı, bir alçaklığı da ifşa ediyordu. Doğu Türkistan’da öldürülmesi gereken Müslümanlar, genellikle diz çöktürülmüş halde enselerine sıkılan bir kurşunla infaz ediliyor ve bu kurşunun parası “kurşun vergisi” adı altında yakınlarından alınmadan cenazenin gömülmesine izin verilmiyor.

Zulme Rıza Zulümdür

Doğu Türkistan’daki Çin zulmünü sayıp dökmekle bitiremeyiz. Bunlara sadece üzülüp hayıflanmak, Batı dünyasından medet ummak yerine Türk ve Müslüman âlemi olarak ne yapabilirizin peşine düşmek lâzım. Bugüne kadar bizden hep Çin’in nüfus ve ekonomisinin ürkütücü büyüklüğünü, Doğu Türkistan’a sahip çıkılması halinde şiddeti daha da artıracak tepkisini, iştah kabartan pazarını hesaba katıp susmamız gerektiği söylendi. Sustuk ama bu suskunluğumuz oradaki zulmü engellemedi. Çin’in her yıl bir bahane ile yaptığı katliamlar üzerine bir avuç muhacirin protesto gösterileri, bizim medyamızda bile doğru dürüst haber olmamışken Çin yönetimince de kâle alınmadı elbette.

Zulümle payidar olunmaz. Doğu Türkistan, tıpkı Sovyet işgalindeki Batı Türkistan gibi bir gün kurtulacak. Türkiye’nin Sovyetler’in dağılması sonrasındaki hazırlıksızlığa bir kere daha yakalanmaması için Doğu Türkistan’ı “millî mesele” haline getirmesi gerekiyor. Bu çerçevede üniversitelerimizde Doğu Türkistan davasını çeşitli yönleriyle ele alan, özellikle bölgenin eski nüfus ve mülkiyet bilgilerini arşivleyen birimler oluşturulabilir. Orta öğretim müfredatına Doğu Türkistan’ın tarihi eklenebilir. Hemen her şehrimizde yaşayan Doğu Türkistanlı muhacirlere, yaşayıp şahit oldukları mezalim ve mücadeleyi okullardaki öğrencilere anlatması için imkân sağlanabilir. Muadili ürünlere nispetle Çin mallarındaki ucuzluğun Doğu Türkistanlı Müslümanların sömürülen emeği, kanı, canı ve gözyaşı pahası ile tolere edildiği anlatılarak ülkemizle beraber diğer Müslüman ülkelerde de Çin mallarına boykot yaygınlaştırılabilir. Çeşitli desteklerle Doğu Türkistan dramını anlatan romanların yazılması, filmlerin çekilmesi teşvik edilebilir.

Dışarıda ise hem aralarındaki ihtilafı giderip birlik olmalarını sağlamak hem de Batılı emperyalist devletlerin istismarından kurtarmak için farklı ülkelerde faaliyet gören Uygur diasporası İstanbul merkezli bir çatı teşkilat altında toplanabilir. Dünyadaki Doğu Türkistanlı bütün muhacirlerin tek arzusu memlekette kalan yakınlarıyla haberleşebilmek. Kimi ana babasını, kimi eşini, kimi evladını orada bırakmış ve yıllardır birbirlerinden haber alamıyorlar. En ağır suçları işlemiş mahkûmların bile aileleriyle görüşme hakkı var. Türkiye, gerekiyorsa uluslararası örgütleri de devreye sokarak Doğu Türkistanlı kardeşlerimizin bu en masum, en doğal taleplerini karşılamak, bir kere olsun seslerini birbirlerine duyurmak için girişimde bulunabilir.

Hâsılı bu zulme dur demek için bir yerlerden başlayıp bir şeyler yapmalı. Nüfusuna, ordusuna, silahına ekonomisine, teknolojisine aldırmadan zalime meydan okumalı. Unutulmamalıdır ki dünyanın en zalim, en acımasız insanları aynı zamanda en korkak insanlarıdır. Ve zulme rıza zulümdür.

DOĞU TÜRKİSTAN’IN MAKUS TARİHİ

Tarihini M.Ö. 2. yüzyıldan itibaren takip edebildiğimiz Doğu Türkistan’da o tarihten 18. yüzyıl ortalarına kadar Hun, Tabgaç, Göktürk, Uygur, Karahanlı devletleriyle Cengiz ve Çağatay hanedanı hüküm sürdü. 1760’daki ilk Mançur istilası muhtelif kurtuluş harekatlarının ardından 105 yıl sonra Mehmed Yakub Bey’in başkanlığındaki “Şarkî Türkistan Devleti”nin kurulmasıyla kırıldı. Mehmet Yakub Bey 1870’te İstanbul’a gönderdiği bir heyetle Sultan Abdülaziz’e biat ettiğini bildirdi. Osmanlılardan hem Abdülaziz, hem 2. Abdülhamid zamanında askerî yardım aldı, bu padişahlar adına para bastırıp hutbe okuttu. Fakat Ruslarla Mançurların anlaşması üzerine bu devlet 14 yıl sonra yıkıldı ve Doğu Türkistan 1911’de sona erecek ikinci Mançur istilasına maruz kaldı. Bu dönemde Doğu Türkistan Çin’in bir eyaleti kabul edilerek şehirlerinin Türkçe adları değiştirildi, Türk İslam mimarisiyle inşa edilmiş bütün binalar yıkıldı. 1911’de Çin-Mançur İmparatorluğu devrildi ama Doğu Türkistan’ın makus talihi değişmedi. Devlet boşluğundan yararlanan Umumi Valiler, bu bölgeyi keyiflerince yağma edilecek bir talan sahası gibi görüp 1933’e kadar sömürdüler. Valilerin biri diğerini öldürtüp yerine geçiyor fakat zulümde gelen gideni aratıyordu. Kumul’da Hoca Niyaz önderliğinde ayaklanan Türkler 12 Kasım 1933’te bağımsızlıklarını ilan ederek “Şarkî Türkistan İslâm Cumhuriyetini” kurdular. Ancak bu Cumhuriyet de kısmî Sovyet işgali ve müdahalesiyle bölgede tam bir hakimiyet kuramadan varlığını 1944’e kadar Rusların hükumet ortağı gibi sürdürebildi. 1944’te II. Dünya Savaşı’nda yenilen Rusların Doğu Türkistan’dan çekilmesi üzerine yeni adıyla Çin Cumhuriyeti veya Milliyetçi Çin hiç vakit kaybetmeden bölgeye saldırdı. Türkler, Osman Batur gibi mücahitlerin öne çıktığı bir ayaklanma ile aynı yıl Ali Han Töre’nin liderliğinde üçüncü kez “Müstakil Şarkî Türkistan Cumhuriyeti”ni kurarak bağımsızlıklarının tanınması için Çin hükumetiyle görüşmelere başladılar. Çinlilerin “karma bir eyalet hükumeti” teklifine uzun süre karşı çıktılarsa da destek sözü veren Rusların ihaneti üzerine 1946’da bu modele razı olmak zorunda kaldılar. Bu durum 1949 Çin devrimine kadar devam etti. Aynı yılın sonunda Kızıl Çin Ordusu Kumul’dan Doğu Türkistan’a girdi. “Yapılan zulümlerden dolayı size borçluyuz. Borcumuzu ödemek ve yaralarınızı sarmak için geliyoruz” dedikleri için yerli halk tarafından tepkiyle karşılanmadılar. Aslında devlete tam hâkim olamadıkları böyle bir dönemde 80 bin kişilik Türkistan ordusundan korkuyorlardı. Nitekim kısa zamanda bu orduyu dağıtıp silahlarını aldıktan sonra büyük katliamlara giriştiler. 1952’de çoğunluğu din adamı, âlim ve kanaat önderi 120 bin kişiyi idam ettiler.

Sadece bu son işgal döneminde, yani 1949’dan bu yana 10 milyon Doğu Türkistanlı’nın öldürüldüğü tahmin ediliyor. Bir o kadarının da Doğu Türkistan’dan kaçarak farklı ülkelere iltica ettiği bilinmekte. Çin, kuzeybatısındaki bu en eski Türk yurdunu Xinjiang (Şincan), yani “yeni sömürge” yapabilmek için dün olduğu gibi bugün de yeni işkence ve katliam yöntemleri bulup geliştirmeye devam ediyor.

KAYNAK : 159.http://www.edebifikir.com/orada/cin-iskencesinin-egitim-ve-uygulama-laboratuvari-dogu-turkistan.html (Mostar Dergisi  Mayıs – 2018/159. sayı)

Etiketler: » » » » » » » » » »
Share
910 Kez Görüntülendi.